Türkiye-Gürcistan kültürel ilişkileri ve bu ilişkilerin geleceği değerlendirilirken elbette günümüze kadar yaşanan süreç de çok yönlü olarak bilinip dikkate alınmak zorundadır. Türkiye’de Osmanlı Dönemi ve Cumhuriyet dönemini devlet politikası olarak birbirinden tamamen ayrı değerlendirenler bulunsa da birçok hususta bu iki dönemin benzerliği bir gerçekliktir. İki ülke ilişkilerini anlatırken konuyu; Türkiye-Gürcistan arasındaki devletlerarası ilişkiler ve Türkiye’nin kendi vatandaşları olan Gürcülere bakışı ile bunun sonucu olarak Türkiyeli Gürcülerdeki kimlik algısı açısından ele almakta fayda vardır.
Türkiye-Gürcistan Kültürel İlişkilerinin Dünü
Tarihe bakacak olursak iki halk arasındaki ilişkiler Türklerin Anadolu’ya geliş dönemine kadar dayanmakta Selçuklu Devleti sonrasında Osmanlı İmparatorluğu döneminde devam etmektedir. Fatih Sultan Mehmet’in Trabzon'u Osmanlı topraklarına katması ile Gürcistan Osmanlı ile sınır komşusu olmuş, daha sonra da Yavuz Sultan Selim’den itibaren Güney ve Güney-batı Gürcistan Osmanlı egemenliğine girmiştir. Osmanlı Devletinin tam olarak egemenliği altına aldığı toprkalarda yerleşik Gürcü toplumlarına karşı yürüttüğü politika, özellikle buralarda Ortodoks Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçen bizim atalarımızın Osmanlı sınırları dışında kalan Gürcistan’ın diğer bölgelerindeki Gürcü kardeşleri ile kültürel, ekonomik, siyasal tüm irtibatlarının koparılmasını amaçlamıştır.
Bunun için kullanılan temel argüman din olmuş, bu topraklarda Akhaltsikhe (Ahıska), Erzurum ve Trabzon'da kurulan güçlü sancak merkezlerinden yönetilen bölgelerde merkezlerden başlayarak ve öncelikli olarak halka karşı dini temeller esas alınır görünse de Türkleştirme amacı ile asırlar boyunca Hıristiyan Gürcülerden farklı millet oldukları vaz edilmiş, bu şekilde asimilasyon politikası uygulanmıştır. Bugünkü Türkiye sınırları içerisinde yaşayan gerek muhacir, gerekse yerli Gürcülerin çoğunda görülen folklorik dejenerasyonun son asrın ürünü olduğunu düşünen birçok Türkiyeliden farklı olarak o döneme dayandığını düşünmekteyim.
Osmanlı döneminde yürütülen bu politika temelde bu topraklardaki hâkimiyeti kalıcı hale getirmek, geliri artırmak, üretken, savaçşı, her bakımdan güvenilir tebaa olacak insan kaynağını çoğaltmak için yapılmış olup süreç çok başarılı yönetilmiştir.
Bahse konu topraklar dışında kalan ancak, Osmanlı etkisi altına girmiş olsa da tam hakimiyetin sağlanamadığı bölgelerde yaşayan halklar ise aynı kültürel-folklorik dejenerasyon ve kimlik çelişkisi akıbetine uğramamıştır. Tam hakimiyetin sağlandığı Tao-Klarceti, Meskheti, Lazistan, Açara gibi bölgelerde ve buradan göç edenlerde bu çelişkiler ve dejenerasyon çok daha belirgin olarak görülmektedir. Bölgenin tamamına bakıldığında ise sürekli büyük güçlerin egemenlik mücadelesine sahne olan bu bölgede hayatın doğal akışına aykırı dışarıdan yapılan müdaheleler sebebi ile aslında içi içe olmasına ve aynı kültürel temelden beslenmesine rağmen bugün de sorunlu olan bölgeler arasında entegrasyon gerçekleşememiştir.
XX. yüzyıla gelindiğinde ise 1918’de yeniden bağımsızlığını elde eden Gürcistan kısa süre sonra 1921’de S.S.C.B. tarafından işgal edilince yeni Türkiye Devletinin Gürcistan ile olan irtibatı S.S.C.B.’nin dağılmasına kadar kesintiye uğramıştır. Bu 70 senelik periyot sonrasında bağımsız olan Gürcistan Türkiye tarafından tanınmış ancak her ne kadar Türkiye Gürcistan’ın toprak bütünlüğüne saygılı olduğunu ifade etse de Rusya’nın terk etmediği, halen işgalini sürdürdüğü Gürcistan’ın sorunlu bölgeleri hususunda kendi söylemine aykırı olarak, Rusya politikalarına uygun ve paralel hareket etmiştir. Bununla birlikte diğer yandan da en sıkıntılı dönemlerinde Gürcistan’a gıda ve maddi yardımlarını esirgemeyerek Gürcistan halkının sevgisini kazanmıştır. İki ülke arasında uluslararası ölçekte büyük ortak projelerin varlığı da Türkiye ve Gürcistan’ı birbirleri için vazgeçilmez kılmaktadır. Türkiye Gürcistan’ın en büyük ticari ortağı durumundadır. Gürcistan ile iyi ilişkilerin Türkiye’nin menfaatleri açıdından da çok önemli olduğu bir gerçektir.
Türkiye Kendi Vatandaşı Gürcülerin Kültürel Kimliğini Yaşatıp Geliştirmesine İmkân Vermemiştir.
Halkımız üzerinde çok yoğun olarak görülen folklorik dejenerasyon ve kimlik çelişkisinin temelleri Osmanlı döneminde atılmış ve günümüze kadar farklı versiyonlarla devam etmiştir. Cumhuriyet dönemi sonrası tek dil, tek tip insan hedefleyen devletin eli ile Türkçe dışında diller ve tabiki Gürcüce kullanımı yasaklanmıştır. Örneğin Artvin İl Genel Meclisi 1927 yılında il genelinde Türkçeden başka dil kullanmayı yasaklayan bir karar almıştır. 1930 senesinde de Türkiye hükümetinin Adalet Bakanı (Mahmut Esat Bozkurt) “…saf Türk soyundan olmayanların bu ülkede tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” demiştir. Bu zihniyetle yetiştirilen nesiller ve Türkiye toplumu bundan farklı düşünen, başka şeylerin de varolduğunu anlayıp araştıranlara ağır bedeller ödetmiştir. Bizim açımızdan bunun en açık örneği herkesin bildiği gibi, kendi halkını da sevmekten başka suçu olmayan Ahmet Özkan Melaşvili’nin katlidir. O bu sevgisininin bedelini hayatı ile ödemiştir.
Türkiye, Gürcistan’a sınır bölgelerinde çok sıkı denetim mekanizmaları hayata geçirmiş, seyahat, araştırma gibi konularda kendi vatandaşlarına bile bu bölgede adı konulmamış bir yasaklama uygulamış, Gürcistan vatandaşlarının bu bölgeye seyahatleri ve araştırmalarından da memnuniyet duymamıştır. Bu bölgeden Türkiye’nin batısına halen devam eden göçler nedeni ile çok az nüfus kalmıştır. Bunun böyle olması özellikle istenmiştir. Genel anlamda Gürcistan'la iyi ve gittikçe gelişen ilişkilerinden farklı olarak Türkiye çok kültürlü ve farklı etnik kökenlere dayanan kendi vatandaşlarının tamamına yönelik etnik Türk kimliği ve kökeni hususundaki dezenformasyonunu kesintisiz sürdürmüştür. Aynı zamanda Türkiye kendi topraklarındaki tarihi Gürcü varlığını da reddeden politikalar uygulamıştır. Tüm bunlara rağmen Türkiye Gürcistan’dan çok sayıda folklör grubunun ziyaret ve gösterilerine engel olmamıştır. Türkiye’de 23 Nisan uluslararası çocuk bayramlarına ve değişik festivallere katılım en çok Gürcistan’dan olmakta ve Türk halkı en çok onları alkışlamaktadır. Ama bir çelişki olarak Türkiye’de yaşayan Gürcülere bu kendi öz kültürleri değil de Hemşim, Karadeniz, oryantal orjinli kültür empoze edilmekte ve Türkiyeli Gürcülerin birçoğu da kendi kültürlerine değil bunlara sahip çıkmaktadır. Gürcü folklorik ve kültürel değerlerine sahip çıkan başka kişi ve gruplar da bunun Gürcü kültürü olduğunu inkâr etmekte, kendilerine ait olduğunu savunup Türkiye kamuoyunu yanıltmaktadır.
Türkiye’de eski ve yaygın bir söylem olarak herkesin eşit olduğu ve hiçbir görevine engel olunmadığı, bakan, başbakan hatta cumhurbaşkanı dahi olabildiği ifade edilmektedir. Osmanlı ve Türkiye’de devletin her kadamesinde bulunmuş ve hala bulunan çok Gürcü vardır (milletvekilleri, bakanlar hatta başbakanlar) ancak bu insanların çoğunun kendi kültürünü, kimliğini bir kenara bıraktıkları gerçektir. Onların nesillerine bakınız (!) hiç birini kendi kültürleri ile ilgilenirken göremezsiniz. Hepsi büyük denize karışmıştır.
Türkiye’de yaşayan ve Türk kökenli olan kardeşlerimiz kendilerinden oldukça emin ve rahat insanlardır. Gürcüler gibi farklı etnik kökenlerden gelen insanlar ise kökenlerinden dolayı bir kompleks duyarcasına ve sanki bir açıklarını kapatmak istermiş gibi aşırı derecede Türk milliyetçiliği ve diğer akımlara sarılmakta olup Türklerden çok Türklüğün ve başka siyasi akımların koruyuculuğunu üstlenmiş durumdadırlar. Oysa Türklük onların veya bir başkasının korumasına muhtaç değil ve dimdik ayaktadır. Bizim kültürümüze sahip çıkılıp geliştirilmesi, ayrıca Gürcistan ile kültürel ilişkilerin çok yönlü olarak ilerlemesi Türk kökenli kardeşlerimizden bir şey eksiltmeyecektir.
Ancak Artık Devir Değişmektedir. Bu Bilgi Çağında Herkes Yalanları Bir Kenara Bırakmalıdır.
Türkiye son yıllarda ciddi biçimde gelişme göstermiş, handikaplarından sıyrılmaya çalışan, eskiye nazaran daha demokratik ve özgür bir ülke konumuna gelmiştir. Türkiye artık Gürcistan hakkında bir kitap yazanların tutuklanıp hapse atıldığı, insanların Gürcüyüm-Kartvel’im demeye çekindiği bir ülke değildir. Ancak bu her şeyin düzeldiği anlamına gelmediği gibi Türkiye’nin Gürcü kökenli vatandaşlarını resmi ideoloji tamamen kuşatmış durumdadır. Bu ideoloji ile yetişenler arasında Türk veya Gürcü kökenli, Batum’un Gürcistan işgalinde (!) Türk toprağı olduğunu düşünebilecek kadar aymazlık gösterenler bile bulunmaktadır. Çünki Türkiye’de okullarda eğitim bu şekilde verilmektedir. Tüm bunların bilinmesinde fayda vardır.
Türkiye artık yalanları bir tarafa bırakmalı kendi vatandaşlarını doğru şekilde eğitmeli ve bilgilendirmelidir. Kendi toprakları üzerinde yaşayan tüm insanların kökenlerine, kültürlerine, ülkede bulunan kültürel varlıklara saygı duyup değer verdiği takdirde daha pozitif bir toplum ve ülke haline gelecektir. Bu güne kadar dil, kültür ve varlığımızı görmezden gelen, bizi tamamen entegre etmek için kültürümüzü yok etme yolunu seçen eski Türkiye bir tarafa, artık modern çağın gereklerine uygun olarak yeniden kendimizi geliştirmemize destek vermelidir. Gelinen noktada kaybedilen kültürel değerlerimizi tek başımıza yeniden kazanıp geliştirmemiz imkânsızdır. Bunun için devlet desteği zorunlu olup devlet daha öncekinin aksine bu kez doğru şekilde ve yaşatıp geliştirmek için destek verirse tüm ülke hatta bölge daha yaşanılır, daha güçlü, daha huzurlu hale gelecektir.
Bu kapsamda Türkiye’deki tarihi Gürcü varlıklarının da Türkiye tarafından sahiplenerek yaşatılması şarttır. Bizler bu yıl içerisinde yaptığımız başvuru ile Türkiye Kültür ve Turizm Bakanlığından Türkiye sınırları içerisinde bulunan tarihi Gürcü kültür varlıklarının restore edilmesini istedik. Bakanlık verdiği cevapta bu eserlerin Gürcü eseri olduğunu teyit etmiş ve restore edilmesi gerektiğini kabul etmiştir. Ancak verdikleri cevapta restorasyonun “Gürcistan’da Bulunan Taşınmaz Türk Kültür Varlıkları ile Türkiye’de Bulunan Taşınmaz Gürcü Kültür Varlıklarının Restorasyonuna İlişkin Protokol” şartına bağlandığı bir kez daha beyan edilmiştir. Bunun üzerine 30 Mayısta Türk Kültür ve Turizm Bakanına bir yazı daha göndererek, kendi devletimize taleplerimizi bir defa daha ilettim. Bu eserlerin Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içerisinde olup Türkiye’nin hüküm ve tasarrufu altında bulunduğunu, eserler bizim Gürcü atalarımız tarafından yapılmış olmakla birlikte koruma, yaşatma, restore etme, sahip çıkma vb. tüm hususlarda tek yetkili ülkenin bu toprakların bugünkü sahibi olan, vatandaşı, mensubu olduğumuz Türkiye Devleti olduğunu dolayısıyla bir başka ülke ile bunların restorasyonu hususunda pazarlık yapılmasının düşünülemeyeceğini anlattım.
Türkiye’nin protokole konu ettiği, Batum kentinde yeniden inşa edilmesi istenen Aziziye Camiinin 19. Yüzyılın ikinci yarısında yapılmış, sadece elli küsür yıl kadar süre ile yaşayabilmiş, 20. Yüzyıl başında S.S.C.B. tarafından yıkılmış ve geride hiçbir izi kalmadığını bu nedenle de “Gürcistan’da Bulunan Türk Kültür Varlığı” tanımlamasının bu izi olmayan yapı için geçerli olamayacağını, burada amaç Gürcistan’da yeni camiler inşa etmek ise bunun da Türkiye’nin işi ve pazarlık vesilesi olmadığını, kendi vatandaşlarının talepleri varsa ihtiyacı karşılamanın Gürcistan’ın görevi olduğunu, bu gibi hususların protokole konu edilmesinin iki ülke arasındaki dostane ilişkilere ve her iki tarafın çıkarlarına gölge düşürebileceğini anlattım. Ayrıca 1918-1921 yılları arasında sadece üç yıl bağımsız kalabilmiş, 1991 yılında tekrar bağımsızlığını elde etmiş genç bir ülke olan Gürcistan’ın kendi egemenliği döneminde tahrip edilmiş tarihi Türk eseri bulunmadığını ifade ettim. Türkiye’deki eserlerin restorasyonu için hiç zaman kaybedilmemesini istedim.
Türkiye ve Gürcistan iyi ilişkilerini sürdürmek, hatta çok daha ileri noktalara taşımak ama her halükarda birbirlerine saygı duymak zorundadır. Bizler Türkiye’de kendi kültürümüzü yaşatmak için hiçbir imkâna sahip olmadığımız gibi birikimlerimizi de kaybetmiş durumdayız. Vatandaşı olduğumuz Türkiye Devleti bize bu konularda izin vermekle yetinmemeli, yardım etmeli, farklı imkânlar sunmalıdır. Kültürümüzü geliştirmek için yararlanacağımız kaynak ise anavatanımız Gürcistan, onun değerli halkı, derin kültürü ve birikimidir. Hem Gürcistan hem de Türkiye bunun için çaba göstermelidir.
Bizler; gerek muhacir Gürcüler, gerekse yerli Gürcüler Türkiye’de misafir değil ev sahibi olduğumuzun bilincinde olmalıyız. Yerli Gürcüler atalarının binlerce yıllık toprağı üzerinde yaşamaktadır. Muhacir Gürcüler ise İstanbul'u Rus’lardan kurtarmak için Batum’u teslim eden Osmanlı’nın davet ve teşviki ile Anadoluya gelmiş hatta bu konuda Gürcülere verilen taahhütler de yerine getirilmemiştir. Gürcüler Türkiye’de yaşayan bazı halklar gibi mübadele sonucu gelmiş veya sürgün edilmiş mülteci değildirler. Bunun için hiç kimse karşısında ezilecek veya kimseye minnetrarlık duyacak bir halk değildir. Türkiye tapusunda hisse sahibi olan biz Gürcülerin, kendi ülkemizden her türlü talepte bulunma hakkı vardır. Bunun için başkalarına benzemek, başkası olmak zorunda olmadıklarının bilincine varanları selamlıyorum.
*Ahmet Özkan Melaşvili’nin doğumunun 90. yıldönümü anısına, Ahmet Özkan (Melaşvili) ve Hayri Hayrioğlu’na (Vakhtang Malakmadze) ithafen düzenlenen uluslararası konferanstan (21-24 Haziran 2012), Tbilisi.
|